Bir Karadeniz insanı olarak gündemde yer alan Karadenizli tartışması beni ziyadesiyle rahatsız etti. Bununla ilgili düşüncelere dalmış iken bir araştırma yazısı dikkatimi çekti. Değerli arkadaşım Mahiye Morgül bir çok bilgi ve belgeye dayanarak Doğu Karadeniz’in hiç bir zaman Rum olmadığını ortaya koyuyordu. İşte bende çok değerli araştırma yazısını sizlerle buluşturmak ve paylaşmak istedim.
Prof. Dr. İsmet Gedik
DOĞU KARADENİZ TARİHTE HİÇ RUM OLMADI
Pontus soykırımı masalının başındaki tekerlemeyi hatırlatmakla başlayacağım. Bu tekerleme her bin yılda bir tekrarlandığı için çok ünlüdür.
Efendim… Akdeniz’in Atinalı ve Romalı korsanlarına eskiden tüccar denirdi. Bu tüccarlar ilk sermayelerini Anadolu sahillerinden kaçırdıkları oğullarımızı kızlarımızı köle satarak elde ettiler. Böyle çok para biriktirdiler, Havra dedikleri bankalar kurdular, Anadolu şehir krallarına faizle borç para vermeye başladılar. Faiz borcunu ödeyemeyen kral/bey borcuna karşılık karısını kızını oğlunu bu tefeciye köle verirdi, asker verirdi, ülkesinin altın madenlerini verirdi, vergiye bağlanırdı. Buna borç köleliği sistemi denirdi. Sistemi kuran Venedik ve Ceneviz korsanları Etrüsklerin kurduğu Roma şehrini ele geçirip kendilerine başkent yaptılar. Kuman/Şaman inanışlı Kafkasya, İran, Anadolu ve Trakya’nın Oğuzluları borç köleliği sistemine karşı sürekli savaştılar direndiler, bu yüzden tarih boyunca Atinalı ve Romalı tefeci tüccarların hedefi oldular. Onlardan borç almayı yasaklayan ve kendi parasıyla ticaret yapmayı kural koyan ve bunu altın silindir üzerine yazdıran Pers İmparatoru Kuruş (Cyrus, Zulkarneyn) ve onun soyundan gelen yöneticiler Roma’nın en büyük düşmanı ilan edildiler.
PONTİ ADININ KÖKENİ
Doğu Karadeniz ve Kafkaslarda yaşayan insanlar kendi kendilerinin efendisiydiler. Dağlarda yaylalarda dayanışma içinde Kuman yani Komün yaşarlar, asla borç almazlar ve kendi derelerinden akan altını korsanlara kaptırmamak için kadın erkek savaşırlardı. Köle olmayı red eden bu insanlara Efendi/Epanti denirdi. Romalılar bölgeye PONTİ’ler ülkesi anlamında Pontus dediler.
MÖ.85 yılında Oğuz Beyi VI.Mitridate Pontus krallığının başındayken sınırları Kafkaslardan Atina’ya kadar uzanıyordu. Haritasında Kırım dahil tüm Karadeniz’in adı PONTOS EUKSEİNOS’tu. (Murat Arslan, Roma’nın Büyük Düşmanı ,Eubadore Mithridates VI)
Prof.Murat Arslan’ın doktora tezi olan kitapta yazıldığına göre VI.Mitridate Anadolu’daki bütün Yahudi bankerleri kölelerine öldürterek (MÖ.88) köle tacirliği sistemini ortadan kaldırmış olan, böylece Roma’dan borç almayı fiilen kaldıran Pontus kralıdır.
Antep mozaiklerinde adı MHTIOKHUS (Mohti Oğuz, Mete Oğuz) yazılmış olan VI.Mitridate, Sinop merkezli Panfilya ülkesini yöneten Pers soylu Mitridat Hanedanı’nın altıncısıdır. Sinop’ta doğmuş, Rize’de büyümüş, 18 yaşında imparatorluk tacını giymiş, Kırım’dan Mısır’a kadar, Bakü’den Trakya’ya kadar 8 Orduyu birleştirerek Roma ile 48 yıl savaşmıştır. Bazı kaynaklarda ondan Milet Kralı olarak söz edilir.
MİLAT’TAN BİN YIL SONRA
Pontus ülkesini Roma’ya vergi verdiremeyen Romalı bankerler bundan bin yıl sonra, MS.1204’de İstanbul’u işgal ettiler (Latin İşgali, 4.Haçlı seferi) ve işgalden kaçmak zorunda kalan Roma vatandaşı (Rum) Ortodoks tüccarlar Trabzon’a sığınarak burada kurdukları ticaret kolonisine kendilerine göre isim verdiler; “Trabzon Rum Pontus Devleti” dediler. Artık Pontuslu olmak Rum olmakla eş tutulacaktı.
İlk algı operasyonu böyle başladı.
1204’deki işgalden sekiz yüz yıl sonra, 1918’de, Venedik Dükalığının torunları tarafından yönetilen Protestan İngiltere, Katolik İtalya ve Fransa ile birlikte, İstanbul’u işgal edecek ve bu kez Ortodoks Rum tüccarlar Anadolu’ya sığınmayacak, İngiliz işgalcileriyle işbirliği edecek, Karadeniz’de İngilizler adına Türk halkının silahlarını toplama ve İngiliz karakollarında bekçilik gibi görev alacaklar ve kendilerine Rum Pontus adı vereceklerdi. Böylece bin yılın Pontus masalı yeniden batılı işgalciler tarafından tetikleniyordu.
RUM OLMAK ROMA VATANDAŞLIĞINA GEÇMEK DEMEKTİ
İstanbul bir ticaret şehriydi, vergi vermeden girilemezdi. MS.331’de İznik’te Hıristiyanlık resmi din ilan edilince bu dine geçmeyenlere İstanbul’a giriş yasağı konuldu. Çünkü devletin resmi dini buydu. Yani, İstanbul’a mal satacaksan ve aileni oraya taşıyacaksan, önce Roma ticaret kanunlarına uyacağını beyan edeceksin, Roma parasıyla iş yapacaksın ve Roma vatandaşlığı vizesi alacaksın. bunun için yüklü para (vergi, bağış vb) vereceksin, iş yapmak için Galata’nın Yahudi bankerlerinden faizli borç alacaksın. Dinini değiştirdiğini ispatlamak için ya kilise yaptıracaksın, ya kiliseye yüklü bağış yapacaksın, gibi. Bugüne benzetme yaparsak, ihale almak için Fetöcü olmak, ona bağış yapmak gibi kuralları vardı.
Rum tüccarların 1204’de Trabzon’u mesken tutmasından sonrasına dönersek… O günlerden kalma bir Of atasözü vardır; “Köyünde var kırk hanesi kırk bir de kilisesi.” Her şeyi özetliyor.
RİZE KALESİNİN ANTİK ADI SİNORA KALESİDİR
Rize’de Türk Kara Kuvvetlerinin Kuruluşuyla aynı tarihte (MÖ.2yy) yapılmış bir kale vardır. Eski adı Sinora Kalesidir. Sinora sözcüğü Lazca “sınır” demektir. Kolkhis sınırı burada başlardı. Buradan ötesi Roma’ya hiç vergi vermemiş olan bölgeydi, yani HALK (KHOLK) kendi kendinin efendisiydi. Halkına Eyziler (Oğuzlar) denirdi.
MÖ.65’de Tokat Hubyarlı’da Pompeius’a yenik düştüğü gece muharebesinde kılıcını düşüren yaralı Pontus kralı VI.Mitridate’yi (5.Mitridatik Savaş) atına aldığı gibi Zirkale’ye kadar götüren ve orada tedavi eden Kolkhisli başkadın savaşçı Fırtına Abayı da Romalı tarihçiler övgüyle anlattılar. Cenevizli Pompeius’un 1800 Roma askerine deli bal tuzakları kuran İkizdereli kadınların onları nasıl hançerlediklerini yazdılar. Sonra Pompeius’un MÖ.63’de Rize kalesini nasıl soyduğunu, kalenin adının Sinora Kalesi, Kralın Eminesine mektuplarını ve el yazması ilaç reçetelerini burada Kaynanasının evinde (Kayinun ahori) Mahalle Kale’deki bu yerde bulduklarını yazdılar. (Bkz. Mithridates VI Eubadore, Prof.Murat Arslan).
Antik kaynaklar bölgenin Roma’ya ait olmadığını not düşmektedirler.
ZALİM MİTRİDATE HELEN ASKERLERİNE SOYKIRIM YAPMIŞ?!
İskender’in Ege’ye getirip bıraktığı yağmacı Helen askerlerini denize dökmek de soykırımmış.
MÖ.301 yılında Sinoplu Pers kralı 1.Mitridate (Mazeus Mithridate) Amasya’da ordular topladı. Babasını öldüren İskender’den intikam almak üzere ordular topladı. Adı Birleşik Hitit Ordusu olarak geçer, Birleşik Azizler Ordusudur. Ordusuyla Ege’ye yürüdü, Sart’ta otağ kurdu ve yağmacıları temizleye temizleye Efes’e ulaştı. Yağmacı Helen askerlerini denize döktü. Bugün Efes’te Kuret Caddesinin başında gördüğümüz Mazeus Mitridate Zefer Takı ona yapılmıştır.
Atinalı tarihçiler I.Mitridate hakkında “Miletli Zalim Mitridate 50 bin Yunan askerine soykırım yaptı!” diye yazdılar. Adeta bugünkü resmi Atina basını.
Soykırım masallarının tarihi bu kadar eskidir.
KOLKHİS KRALININ KIZI MEDİA’YI ATİNA’YA KAÇIRIP KÖLE SATAN YUNANLILAR (MÖ.6.YY)
Kolkhis kralının kızı Prenses Media’yı kaçırıp köle satan Atinalı korsanlar (Argonotlar) aynı zamanda altın hırsızlarıydılar. O yıllar Kafkas derelerinden akan altın tozları keçi postu ile dereden çıkartılırdı. Altın postu çalmaya gelen Yunan korsanlarına karşı Eyziler kadın erkek direnirdi. Ancak Prenses Media’nın kaçırılmasıyla Sirkasya ile Atina’nın arası iyice açıldı.
Yunan tarihçiler Argonotlara kahraman diye bakar, bizim için ise onlar evlatlarımızı sahillerden kaçırıp köle satan korsandı. Arhaveli yaşlı kadınlar bugün dahi söyler; “Akşam oldi, uşaklari sahila birakmayun, Cinuuzle kaçirule!” Diyor ki; Akşam saatinde oğlanları deniz kıyısında bırakmayın, akşam orada kalırlarsa Cenevizliler onları kaçırır!
Anlaşılıyor ki o gün korsanları üstümüze salan Romalı ve Atinalı oligarklar bugün de boş durmuyorlar. Saldırmak için kuzuya “sen benim suyumu bulandırdın” diyen kurt gibi, bu kez “Siz bize soykırım yapmıştınız, verin bize toprak tazminat” demek için yol açıyorlar.
Gümüşhane’den çıkartılan altın ve gümüş madenini eritip askerler için zırhlar örülen bir işevi olan Sümela manastırından da söz etmek gerekir. Sümela işevinin kuruluşu milattan binlerce yıl önceye gider. Kuman/Şaman iş evidir burası; altın Kelkit Sadak Uygarlığında, ateşi sürekli yanık tutacak odun ise Maçka (Bacı-Ka) da vardı.
Sümer Tanrıçası Kibele/Sümele adına yapılan bu iş yeri asla Hıristiyanlar için yapılmamıştır. Şamani/Kumani atalarımızın altın iş evidir.
KOLKHİS PRENSESİ LAZOPO SEMİRAMİS PERSEPOLİS’E GELİN GİTTİ
İran devletine adını veren ERANA LAZOPO SEMİRAMİS’in Akmenid İmparatoru Büyük Kuruş ile evliliği büyük tarihi olaydır. Oğuzlu Kuruş hanedanı böyle başlamıştır. Kızları Artemis Sirkasyalı komutan Darius (Toros) ile evlenmiş ve ünlü Kaçar hanedanı da böyle başlamıştır.
İran’da Kaçar hanedanıyla Kuruş hanedanının birbirinin devamı olması gibi, Anadolu’da Kuruş’un (Zulkarneyn) kolundan gelen Dulkadiroğlu hanedanıyla Osmanlı hanedan evlilikler aynı önemdedir; kardeş devletlerin birbiriyle savaşmaması için alınmış bir önlem gibidir. Keza, Macar mitolojisindeki Hunor-Magor kardeşlerin birliği de benzer görünmektedir, ki, Magor-eli ile Megaralı ya da Megrel sözcükleri sesdeştir; Megreller Lazca konuşan Kolkhislilerin antik adlarından biridir.
Kuruş’un kızı 1.Artemis ile evli olan Pers orduları komutanı 1.Darius (Daryuş) Kaçar hanedanının en ünlü atasıdır, Kolkhislidir. İstanbul’un kurucuları olan Megaralılarla olan bağını izah için eklemek istiyorum; Darius’un oğlu Serhaz (Kserkses/Çerkez) Atina seferine giderken atlı süvarileri Beykoz’dan karşıya deniz üzerine kurduğu tahta köprüden geçirirken babası Darius ile annesi Ayopa Artemis Beykoz’da (Okhus Bey!) yüksekçe bir tepede yaptırdıkları taht’a oturarak süvarilerin geçişini oradan seyretmişler, sonra Eyüp’te Ayasofya’nın danışman bilgeleriyle buluşmuşlardı.
MÖ.6.yüzyılda Kolkhis ile Persia arasında gerçekleşen hanedan evliliklerinin belli bir töreye bağlı olduğunu görüyoruz. Hatta bu evliliklerle Medlerle Perslerin yani Ay ülkesiyle Güneş ülkesinin birliğini gösteren Ay Yıldızlı bayraklar tarihe en büyük miras kalmıştır.
OSMANLI HANEDAN EVLİLİKLERİNDE TÖRE NE ZAMAN BOZULDU?
Osmanlı sultanlarında bir yere kadar bu törenin devam ettiğini görebiliyoruz; Beykoz’daki Çerkez sarayından, ya da Kuruş’un (Zulkarneyn) soyundan gelen Dulkadiroğlu hanedanından kız almak… Çerkezler yakın tarihe kadar Osmanlı sarayının ve devletin gönüllü korumaları da olmuşlardır.
Fatih’in ilk eşi Sitti Mükrime Hatun Dulkadiroğlu Süleyman beyin kızıdır. Fatih’in annesi ise Dulkadiroğlu Süli Beyin kızı Emine hatundur. Çelebi Mehmet’in eşi Dulkadiroğlu Mehmet Beyin kızı Emine Hatun’dur. Fatih Sultan Mehmet, oğlu II.Bayezid Han’ı Dülkadiroğlu Bozkurt beyin kızı Elbistan doğumlu Gülbahar Hatun (Sitti Mükrime Hatun’un yeğeni) ile evlendirmiştir.
Gülbahar Sultan’ın oğlu Yavuz Sultan Selim’den itibaren töre bozulmuş, İslam Halifesi olduğu halde Yahudi kadınla evlilik yapmıştır. Bu evlilikler doğaldır ki maliyede hakimiyeti değiştirmiş, padişahı halkından uzaklaştırmış, devletin sonunu getirmiş, gün gelmiş payitaht işgal ordularına teslim edilmiş ve bugün yeni neslimiz o yanlışların acı sonuçlarıyla karşı karşıya kalmıştır.
Biz bugün, Pers imparatoru Büyük Kuruş’un Kolkhis prensesiyle evliliğinin nedenini dahi bilmiyorsak, MÖ.29 Ekim 535’de altın silindire yazarak tarihe bıraktığı DIŞARIDAN BORÇ ALMAK HARAMDIR kuralını İslamın kuralı (Faiz haramdır) olarak bile hatırlamıyorsak, paramızın üzerinde adı yazılı olduğu halde kim olduğunu dahi bilmiyorsak, 2005 yılında Kuruş’un üzerinden buğday işaretini kaldırmışsak…
Bugün, Argonotların torunları adalarımızı işgal ediyorsa, yeni soykırım masallarıyla tazminat istemeye başlamışlarsa, Şamani altın işleme ocaklarımızda kilise diyerek ayine gelebiliyorlarsa, üstüne Rum Pontus Soykırımı masalları anlatılabiliyorsa… Eyvah, aynı acıları bir daha yaşayacağız!
ANTİK ADLARIMIZ COĞRAFİ KİMLİĞİMİZDİR
Antik dönemlerde Trabzon’dan Hazar’a kadar bölgenin adı ELAZYA idi. Laz-yeri, yani Şamani kültürdeki Sümer tanrısı, Bereket Tanrıçası, Kibele/Sümele’nin yurdu. Bölgede Sümer Tanrıçası Kibele’nin adlarını dağ ve şehir adı olarak görmemiz ondandır; Laz, Kible Dağ, Ariheva, Hopa, Opadami, Batomi, Of, Sümele…
Antik Kolkhis haritasında Azerbaycan’ın adı Adropatiene’dir; telaffuzu Dorabizone yani Trabzon ile aynıdır. Aynı söylenişte bir yer de Pazar ilçesinde bulunur.
Pontus, sosyolojik olarak “Roma’ya vergi vermeyenlerin yeri” demektir. Gürcüce EPENTİ olanlar, kendi kendini yöneten, babadan oğula krallıkla yönetilmeyen, akil adamlar heyeti tarafından yönetilen ülke anlamındadır.
Coğrafi olarak ise, Karadeniz çökmeden önce buradaki iki gölü ortadan birleştiren BENT için “Benti olan deniz” ülkesidir. Antik inanış olarak ise, PAN’ların ülkesidir; Pagan, Dağ Tanrısı PAN gibi (Pan-ti), Çoban gibi (elinde sopa ile sembolize edilirdi), Köle olmayan, sadece Allah’a kul olan, gibi sosyolojik açılımları yapılabilir.
Ancak bugün Rum ve Pontus birlikte kullanılarak tarih boyunca bu bölge Rum imiş gibi bir saptırma yapılabiliyor.
Kısa bir anımı anlatacağım. Bir gün Boğaz’da tanıştığım İstanbullu bir Rum kadına “Ben Rizeliyim” deyince bana “Sen de Rumsun” demişti. “Ya, öyle mi, siz ne zaman Hıristiyan oldunuz?” diye sordum. Sorumu anlamakta zorlandı. Anladım ki onlara da tarih boyunca hep Rum oldukları öğretilmişti. Bize de onlar hep vardı, Türkler işgalci geldiler diye ezberletildiği gibi. Artık ezberleri bozmak zamanı gelmiştir.
“ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ, ANABASİS”TE TRABZON (MÖ.400)
Atinalı savaş muhabiri Ksenophon katıldığı Pers-Yunan savaşından yenik halde geri dönerlerken onbin askere rehberlik etti ve günlük tuttu. Van civarında yenilmişler, Pers kralı yenik Yunan askerlerini köle çalıştırmamış, salıvermişti. Savaş Fırat civarında geçmişti, Karadeniz’e çıkıp oradan dönüş yapacaklardı. Anabasis kitabında Trabzon’a nasıl ulaştıklarını anlatan bölümü okurken çok heyecanlanmıştım. Aklımda kalanları buraya almak istiyorum.
Çaykara sırtlarında denizi gören bir tepede Mador dağına geldiklerinde kurtulduk diye çok sevinmişler, ama tam bir ay o tepeden aşağıya inememişler. Çünkü Çaykaralılar onların gelmekte olduğunu erkenden öğrenmişler, iniş yolunu tutmuşlar, keskin okçuları yamaçlara yerleştirmişler.
Yunan askerleri geçtikleri yerlerde ahırlara zarar veriyor, talan ediyor, değerli eşyaları alıyorlar, bu yüzden hiç dostça karşılanmıyorlardı. On bin kişiyle çıktıkları dönüş yolunda Mador dağına geldiklerinde sekiz bin beş yüz kişi kalmışlardı.
Mador dağından inişleri bir anlaşmayla mümkün olabildi; hiçbir yağma yapmadan, bahçe ve ahıra dalmadan dosdoğru denize kadar tek sıra yürüyeceklerdi. Temsilcileri bu anlaşmayı yaparken mızraklarını çaprazlama birbiri üzerine getirmişlerdi.
Anabasis’in Mador dağı bölümünü okurken Yunanlılarla Çaykaralıların tarihte bir bağlarının olmadığını kendi tarihçilerinden öğrenmiş oluyoruz.
Yunan askerleri sahile inip yine yürüyerek Trabzon’a vardıklarında şehrin merkezinde Suriçi semtinde kendilerine yiyecek ikram edilmiş. Ertesi gün şehrin sokaklarına dalan askerler bütün evlerin dış kapılarını ve pencerelerini çok sıkı kapatıldığını, sürgülendiğini görmüşler. Bahçelerinde serenderlerin üst katlarında derin kaplar içerisinde tuzlanmış balık, fasulye, balık yağı bulmuşlar.
Limana ticaret gemisi geldikçe ona binebilenler gidiyordu. İki ay şehirde kaldılar, ancak her gün bir semti yağmalıyorlardı, halk evlerini terk edip köylere kaçıyordu. Sıra yakın köylerin yağmalanmasına geldiği zaman, Ksenofon ilk defa kendini kalesinin içinde yakan köy kralına (ağa/bey!) rastladığını yazdı. Köyü yağmadan kurtaramadığı için ölümü yeğleyen onurlu insanları ilk defa burada görüyordu.
Beklenen gemiler geciktikçe bin kadar Yunan askeri sahil boyu karadan yürümeye karar verirler. Trabzon çıkışında büyükçe bir dereyi (Ağasar!) geçerken denizden kayıklarla gelen İskit kıyafetli mızraklı askerlerle karşılaşırlar. Kayıkları üç kişilikti, iki kişi kürek çekiyor biri ayakta dümen tutuyordu. Böyle üç yüz kadar kayık vardı, kıyıya yanaşınca hemen inip yürüyüş nizamı aldılar ve ellerinde mızraklarıyla, yüksek sesle kendilerine cesaret veren bir şarkı söyleyerek Yunan askerlerinin üzerine yürüdüler.
Ksenofon kitabında kıyafetlerini de anlatıyor; pantolon üzerinde kemerli uzun ceketleri, başlarında tüylü şapkalar vardı. Denizden gelenlerin hepsini öldürdüklerini de anlatıyor.
Atina adına savaşan bu askerlerin o tarihte Trabzon’un Suriçi merkezinde bir avuç tüccar tarafından yiyecekle karşılanmış olması dışında halk tarafından hiçbir itibar görmemelerinin anlamı çok açıktır.
Özellikle ciddi direniş gösteren yerlerle ilgilenen batılı gizli servisler bunlardan öyle dersler çıkartırlar ki, bir daha başlarına geldiğinde burada kendilerine dostluk gösterecek bir koloni yaratmak için oraya ta nerelerden misyonerler gönderirler. Örneğin bazı kaynaklarda Venedikli bir Protestan misyoner grubunun 1860’larda Akçaabat civarına gelip yerleştiğinden söz edilir.
YANILTICI SÖYLEMLER
Yakın tarihte Doğu Karadeniz bölgesinde bazı kutlamaların adları değiştirildi, işgalciymişiz gibi imajlar kullanıldı. Örneğin, Fenerbahçe – Rize Spor karşılaşmasına mavi-beyazlı hediyelik eşyalar satan “Fenerium” pankartlı satış büroları yapıldı. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u Osmanlı yönetimine bağlarken Rize’yi fethetmiş gibi bir parka “fetih parkı” adı verildi.
Bu şekilde yanıltıcı söylemlerle algı operasyonu yapan güçlere katkı verilmektedir. Büyük hatadır.
Açıklamalıyım. Fatih’in 1453 yılında İstanbul’a girişi en çok 1204 yılında İstanbul’dan kaçan Rum Ortodoksları sevindirmiştir, çünkü o sayede geri dönebilmişlerdir. Rum tüccarların tekrar İstanbul’a girebilmesi dünyada bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılması olarak kabul edilme nedeni budur.
Zaten 1400’lerde bu bölgede egemenlik Dulkadiroğlu Danişmendilerdeydi, ki, Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi Sitti Mükrime Hatun Dulkadiroğlu beyinin kızıdır. Oğluna da aynı aileden gelin almıştır. Aslında bölgede çok az sözü edilen bir Türk beyliği vardı. Oğuzların Bozok kolundan Peçeneklerin kurduğu Emiroğlu Beyliği, Samsun civarında da Canik Beyliği vardı. Bu Türk Oğuz boyları aksakallı bilge danışmanlarla (Danişment) yönetildiği için esas olan buydu, yönetimin başındaki isim önemli değildi.
GÖKBİLİMEVİNE KİLİSE DEMEK
Trabzon’daki Aya Sofya gibi eski gök bilim evlerini kiliseye çevirmek de böyle bir tarihsel yanılgıya sebebiyet vermektedir. Bu yanılgı, tavan resimlerinde başı arkasında güneş dairesiyle görülen insan suretlerini İsa zannetmek hatasından kaynaklanmaktadır.
Antik dönemde bilim adamlarının hepsinin başında güneş resmedilirdi; bu resimlerde Ulu Işığın Oğlu gibi bir yakıştırma vardır. Keza tıbbın atası Kemerhisarlı Apollonius’un tasvirlerinde başının arkasında güneş dairesi resmedilirdi. Silvan’daki antik Hasuni (Tigran Agarta/ Dikrankerti, MÖ.70) kaya evlerinde 300 evin hepsinde, henüz İsa doğmamışken, aynı tasvirin bulunması başka nasıl izah edilir? (Roma Kralı Neron’un bölgeye gönderdiği Korbula tarafından bilim kenti Dikrankerti’nin yağmalanması ve tarihten silinmesi ile Kudüs’ün yağmalanması aynı tarihtedir. (MS.60)
İsa’nın da aynı şekilde güneş dairesiyle tasvir edilmesi nedeniyle Trabzon’daki Aya Sofya gibi gökbilimevlerine kilise demek çok kolay olmuştur. Yani, İstanbul’dan gelip Trabzon’a sığınanlara “buyurun ibadetinizi burada yapın” demişiz, sonra da bizden aldıklarını unutmuşlar. Bugün Aya Sofya’nın Ortodoks Kilisesi değil, Şamani atalarımızın anısına Gökbilimi Müzesi olması gerekir.
1918 İNGİLİZ İŞGALİNDE İSTANBUL’UN RUM TÜCCARLARI
Bu kez Rum tüccarlar Trabzon’a kaçmadı, işgalcilerle işbirliği yaptılar. Gerçi Bilge Criss’in kitabında hepsinin işbirliği etmediğini okuyoruz. Örneğin İngiliz işgal güçleri zengin Rumların deniz kıyısındaki konaklarını boşaltarak kendileri oturdular; bundan anlıyoruz ki insanlar pek de gönüllü işbirliği yapmadılar. İşgal altında kuralları işgalciler belirliyordu; Rum ailelerin oğullarına Yunan elbisesi giydirip İngiliz karakollarına bekçi yapmak gibi.
Bilge Criss’in ve Sarıyerli Tarihçi İbrahim Balcı’nın kitaplarından öğrendiğim bazı bilgiler ışığında işgalde Rumların nasıl kullanıldığını özetlemeye çalışacağım.
1918 işgalinde İstanbul’da başta İngiliz (Protestan) askerleri olmak üzere Fransız ve İtalyan (Katolik) askerleri ile yanlarında Yunanistan (Ortodoks) askerler vardı. İngiliz Yüksek Komiserliği İstanbullu Rum (Ortodoks) tüccarları kendi yanına aldı ve Türkçe bilen Rum gençlere Yunan asker elbisesi giydirdi. Bu Yunan askerleri Adapazarı Karasu’da kaymakamlığı basıp oradaki silahsız Türkleri katlettiler. Bu katliamın Anadolu’da duyulmasıyla Türklerin Rum komşularına Rumların da Türk komşularına intikam duygusuyla bakacaklarını İngilizler hesaplanmıştı. Karadeniz’den özellikle Sarıyer’den ve Rize’den koşan milis kuvvetler bu katliamı yapanlara cevaplarını verdiler. İstanbul basınında sansür vardı, bu olanların duyurulmasına İngiliz komiseri engel oluyordu. Bir karikatür dergisi olan Karagöz çaktırmadan bu haberleri veriyordu, Sultan Ahmet mitingi Karasu katliamının duyurulmasıyla çok kalabalık oldu. Derginin sahibi Aka Gündüz bu nedenle Malta’ya esir götürüldü.
Hatırlayalım, benzer bir kışkırtma daha önce 1896’da Fransız elçiliği koruması altında yapılmıştı; Fransa’dan gelen Katolik Ermeni gençler Osmanlı Bankasını bastılar, işgal ettiler. Bu kurgulanmış baskınla Türkler Ermenilere karşı,Ermeniler de Türklere karşı nefretle dolduruldu.
İşgal Altında İstanbul 1918-1923 adlı kitabın 72.sayfasında yazar “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Ocak 1971” sayısını kaynak göstererek, Ertuğrul Zekâi Ökte’nin “Yunanistan’ın İstanbul’da Kurduğu Gizli İhtilâl Cemiyeti ‘Kurdus’“başlıklı yazısından bölümler alarak, Kurdus’un Yunanistan’dan Anadolu’ya göç etmek isteyen Rumlar varmış gibi göç adı altında Yunan askerleri getirdiğini anlatıyor:
“1919’da, göçmen komisyonu maskesi altında, İstanbul’da gizli bir devrimci Yunan derneği, “Kordus” kuruldu. Aslında gizli dernek, Anadolu Rumlarını eğitmek ve silahlandırmak amacıyla sivil elbiseler giyinmiş Yunan subayları getiriyordu. Bunu, Rum basınının, Türklere yönelik şiddetli nefretin sözcüsü haline gelmesi izledi.”
Bilge Criss, kitabın 74.sayfasında diyor ki:
“Sansüre mutlaka tabi tutulan haber örnekleri; İzmir, Bursa ve İzmit’teki Yunan vahşeti; İstanbullu Rumların Yunan ordusuna gönüllü asker yazılması; İngiliz-Rus ticaret anlaşmasının eleştirilmesi; İstanbullu Türk gençlerinin gizlice askere alınması; bazı İTP’lilerin sürgünde oldukları Malta adasından kaçmalarıydı.”
İstanbul’un işgalinden hemen sonra Samsun ve civarında silah toplamak üzere kurulan İngiliz karakollarında Türkçe bilen Rum erkekler görevlendirilmişti. Halk silahını teslim etmemekte direniyordu, örneğin Merzifon’da topunu teslim etmeyerek topuyla birlikte dağa çıkartan Türk subayı vardı. Hemen bir “çete” yaftası takılıyordu. Çeteler geceleri İngiliz karakollarını basıyor, İngiliz karakolunun gece bekçisi olan Rum kimseleri pek doğaldır ki öldürüp toplanmış silahları kaçırıyorlardı. İşgalciler bunları Türkler Rumlara saldırdı şeklinde yayıyorlardı.
Havza’da Atatürk bir ay süren görüşmeler yaparken bölgenin güvenliği ancak Çankırı’dan Amasya’ya kadar kurulan düşman karakollarındaki Rum ve İngiliz askerlerini teslim alarak ve halktan topladıkları silahları karakollardan kaçırarak mümkün olabilmiştir.
İngiliz kışkırtmasıyla Anadolu’yu işgal eden Yunan askerlerini İzmir’de denize döktükten ve İngiliz gemileri tası tarağı toplayıp geldikleri gibi geri gittikten sonra, bu toprağa ihanet edenlerin artık güvenebilecekleri kimse yoktu, komşularının yüzüne bakacak halleri de kalmamıştı, mübadele kaçınılmazdı.
SON SÖZÜM
İşgalci İngilizler İstanbul’u terk etmek zorunda kaldıktan sonra onlara yardım eden gayrimüslim azınlıklar eski azınlık haklarından vazgeçip Türk kimliği altında eşit yurttaşlığı kabul etmişlerdir, Lozan bunun mührüdür. Bu mührü geri sökmek isteyenlere dedelerinin nasıl İngiliz oyununa geldiğini hatırlatmak kendi iyilikleri için görevimizdir.
Evet, tekrar ediyorum, Doğu Karadeniz tarihte hiç Rum olmadı.
Kaynakça:
1.Murat Arslan, Roma’nın Büyük Düşmanı , Eubadore Mithridates VI. Odin yay.
2.Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, 10.baskı, İstanbul 2016
3.Onbinlerin Dönüşü, Anabasis. Ksenophon (İnternet yayınından)
4-İbrahim Balcı, Milli Mücadelede Boğaziçi (2004),
5-İbrahim Balcı, Takalar Kumandanı Ketencioğlu Hacı Yakup Ağa (2005),
6-İbrahim Balcı, İpsiz Recep Reis, Emice (2011),
7-İbrahim Balcı, Milis Binbaşı Hacıoğlu Hafız Mehmet Ragıp Bey (2018)
İnternet kaynakları: www.mediterra.org/kadro/murat-arslan
Memnon’un Heraklia Pontike Tarihi, ODİN yay.
İstanbul’un Antik Çağ Tarihi, ODİN yay.
Arrianus’un Karadeniz Seyahati (www.mediterra.org/wp-content/uploads/arrianus.pdf)
Mahiye Morgül 28.5.2019 Ankara